16 Aralık 2011 Cuma

Kaymağı Başkasının Yemesi

Bu sabah uykudan uyanır uyanmaz haberleri açtım nedense. Sabah dediysem o kadar da sabah değildi. Öğlen haberlerine denk geldim. İlk haber Dünya Sağlık Örgütü'nün(WHO) raporundan bahsediyordu. Afrika'da yedi milyon insanın açlık sebebi ile ölüm ile yüzleştiğinden dem vuruyordu. Bu bilinen bir gerçek uzun yıllardır zaten. Yüzyıllar boyunca sömürülmüş bir kıtadan başka bir şekilde hayatını devam ettirmesinin beklenmesi abesle iştigal olur. Hemen bir sonraki haberde ise karbonhidrat diyetine girmiş Norveçli'lerin tereyağlı yiyeceklere hücum ettiklerinden ve Norveç'te tereyağı stoklarının bitmesi üzerine hükümetin tereyağı ihracatının önünü açtığını anlattı bir güzel. Tereyağın kilosu 50$ olmuş hatta. Bir an "Adaletin bu mu dünya?" dedirtti bana bu iki haber. Bir tarafta ölmemek için direnenler, diğer tarafta "diyet yapmak" için tereyağı bulamayanlar. Diyet yapmak için tereyağı aramaları ayrı bir konu tabi. 

Akşam üzeri de bir  haber sitesinde(Timeturkşöyle bir haberle karşılaştım. Habere bakmaya üşenenler için özetleyeyim. Forbes dergisi dünyanın en mutlu ve en mutsuz ülkeleri listelerini yayınlamış. Her iki listenin de ilk onları şu şekilde:

Listeye göre en mutlu on ülke şöyle sıralanıyor:

1) Norveç
2) Danimarka
3) Avustralya
4) Yeni Zelanda
5) İsveç
6) Kanada
7) Finlandiya
8) İsviçre
9) Hollanda
10) Amerika

Dünyanın en mutsuz ülkeleri:

1) Orta Afrika Cumhuriyeti
2) Zimbabve
3) Etiyopya
4) Pakistan
5) Yemen
6) Sudan
7) Nijerya
8) Mozambik
9) Kenya
10) Zambiya

Bir tarafına sürmek için yağ bulamayan Norveçliler dünyanın mutluları sıralamasında en başı çekerken, en mutsuzlar sıralamasında ilk onda, dokuz tane Afrika ülkesi yer almakta. Yüzyıllarca sömürdünüz, resmen Afrikalı insanların, ülkelerin üzerine inşa ettiniz medeniyetinizi. Şimdi bir zahmet gelip pisliğinizi temizleyin, iadeyi itibar yapın. Gerçi iade edecek itibar da kalmamıştır sizde. Gel de küfür etmeden bir gün geçir. bu yazıyı çok farklı düşünmüştüm ama burada bırakmam gerekiyor.

*Düşüncelerim çok naif, iptidai ve çocuksu gelebilir değerli okuyan. Fakat kimse benden İnsan Haklarına, Özgür Düşünceye, Uluslararası Hukuka inanmamı ve değer vermemi beklemesin.
** Evet kızdım

7 Aralık 2011 Çarşamba

Nasıl da Kandırdım Kuşları?

Saat olmuş 12. Kafada milyon tane şey. Eski İstanbul Adalet Sarayının önünden geçiyorum. Siz de bilirsiniz. televizyonda görmüşsünüzdür illaki. Çağlayana taşındı şimdi. Avrupa'nın en büyük adalet sarayı oldu. Yaptığımız en büyük işlerin hep inşaat olması da ayrı bir mevzu tabi. Neyse, önünden geçiyorum metruk sarayın, bir baktım güvenlik görevlisi var kapıda. Dışarıda sigara içiyor abicim. Diyorum ki kendi kendime "Neyi bekliyorsun acaba abi? Devlet boş binayı beklemeye neden adam dikiyor? Vur kapısına kilit kalsın öyle işte. Sonra kime vereceksen ver binayı." Sormaya karar veriyorum abiye neyi beklediğini. Tam kulaklığımı çıkartıp soracağım. O benden önce davranıyor kendisi. ".........." diyor. Kulaklığımı çıkartıp "Efendim?" demek durumunda kalıyorum tabi. "Nasıl da kandırdım kuşları?" diyor. Bir anlam veremiyorum ve gülüp yoluma devam ediyorum. Sonra fark ediyorum ki etrafta bir bahar havası varmışcasına kuşlar şakıyor. Bülbül mü desem yalı çapkını mı desem bilemiyorum, görünmüyorlar zaten karanlıktan ama hallerinden mutlu oldukları aşikar. Abiye dönüp bakıyorum tekrardan, elindeki cep telefonundan kuş sesi açmış kuşları gaza getiriyor. Ve o anda anlıyorum devletimizin boş binaya neden güvenli görevlisi koyma ihtiyacı hissettiğini. İşte böyle, hayat bazen sürprizlerle dolu olabiliyor.

25 Kasım 2011 Cuma

Beni Durakta Bırakan ...'e

Gecenin bir yarısı beni Eminönü'de tam şu noktadaki otobüs durağından almadan geçen ..., hayatta hiç kimseye etmediğim kadar içten ve samimi bir şekilde sana küfür ettim. Sanki hergün hem Eminönü'de hem de o durakta durmuyormuş gibi, hiç gaz kesmeden ve orada durak olduğundan haberi yokmuşcasına geçen ..., küfür etmek suretiyle hakkını aldım ve helallik dilemem gerekiyor senden ama şunu bil ki o gün gelip de hesaplar ortaya döküldüğünde beni soğukta bekletmenin hesabını ben de senden sorduracağım. El sallamış olmama rağmen duraktan çıkıp yolun yarısına kadar koşmuş olmama rağmen, "Bir önceki durakta yolcularımı indirdim, bu durakta bekleyen de bir sonraki otobüse binsin ne olacak diyerek" geçip gittin ya ...sün işte sadece bu yüzden hem de. Normal bir zaman olsa, düşünceli olmasam, kızgın olmasam umursamazdım seni. Küfüre de etmezdim. Saat 22.32 de Ahi Ahmet Çelebi Camii'nin önündeki Eminönü durağından geçen 28 numaralı otobüsün şoförü: Gözlerim görseydi birazcık daha plakanı alıp şikayetimi yapacaktım. Fakat bu hesap burada kapanmadı. Bu böyle biline ...!

15 Kasım 2011 Salı

Küvetteki Örümcekle Tanrı ve Kötülük Üzerine

Senin ne işin vardı küvette ben onu bilmiyorum sevgili örümcek ama üzerine su sıkıp ölümüne sebebiyet vermek istemedim. Bacağından tutup, bacağının kırılmasına sebep olmak da istemedim. Neticede sen de bu dünya üzerinde yaşıyordun ve en az benim kadar hayatta kalmaya hakkın vardı. Hala da var. Üstelik nemli duvarlara tırmanarak bulunduğun ortamı terk etme isteğin had safhadaydı. Bir örümcek azimli olmaya görsün. Belki geçiyordun uğradın ben onu bilemem. Belki de ağ kurup, avlar düşürecek bir köşe arıyordun kendine onu da bilemem. Beni çok düşünceli bir halde yakaladığın kesindi. Tanrı ve kötülük problemi üzerine düşünüyordum. Her zaman böyle şeyler düşünmüyorum tabi ki. Bugün sınavını olduğum Din Felsefesi I dersindeki konu başlıklarından biriydi sadece üzerine düşündüğüm konu. Seninle karşılaştığımız o anda şüphesiz ki güçlü olan bendim. Mentos reklamında oynamadığın sürece de galip belliydi. Dediğim gibi bir kaşık suya bakardı. Peki gerçekten hayat alacak kadar kötülük icra etmek bu kadar kolay mıydı? Hedefi 12'den vurmuş muydu Mackie, tanrı gerçekten varolsaydı bu kadar kötülüğe izin verir miydi diye sorarken. Salt iyi bir varlık bütün bu dünya üzerinde cereyan eden kötülükleri engelleyemez miydi? Netice de kadir-i mutlak bir varlıktı.  Mantıksal olarak kötülüklerin engellenebilir olması, bunun tam hakim bir varlığın hakimiyetine gölge düşürüp düşürmediği ayrı bir konu. Yapabilir miydi ayrı bir konu.
Benim fikrim ne mi dostum? Bence yapmazdı. Nitekim yapmıyor da. Her gün binlerce suç işleniyor, haklar gasp ediliyor, canlar alınıyor, değerler istatistiklere dönüşüyor. Yaratıcı bir baba misali sürekli hep iyiye mi yönlendirecek zannediyorlar anlamıyorum ki. Bir gün ilahi bir şekilde kötülüklerin kendiliğinden sona ereceğini mi bekliyorlar yoksa? Herkese bir tane saksı boşuna konmadı, içi boşta koyulmadı heralde. Neden dünyada kötülük var ve bunun kaynağı ne üzerine biraz kafa yorulsa... Ya da herkes kendi kapısının önünü temizlese bütün sokaklar tertemiz olurdu değil mi? Olmazdı. Birisinin iki kapı arasında kime ait olduğu belli olmayan yerleri temizlemesi gerekiyor. Kim? Bu saate kalınca böyle yazının nereye gittiği de belli olmuyor tabi. Neyse örümcekle ayrı yollara gittik. Bana düşündürdükleri için müteşekkirim. Felsefi yazalım dedik duygusal yazdık yine iyi mi!

3 Kasım 2011 Perşembe

Dünyanın En Endişeli Adamı

Dünyanın en endişeli adamı hiç şüphesiz ki Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri koltuğunda oturan insandır. Şu anda koltukta Ban Ki Moon oturuyor. Endişeli olmak için sadece koltukta oturması yetiyor aslında. Sanki endişe makam ile birlikte geliyormuş gibi dünya genelinde gerçekleşen her türlü doğal afet, terör saldırısı, iç savaş bilumum aklınıza kötü olarak gelen ne varsa endişe ile karşılanıyor. Her türlü derken kayda değer olarak görülenler tabi. "Somalide ki kıtlıkla ilgili gelişmeleri endişe ile takip ediyorum.", "İsrail'in UNESCO'nun Filistin kararı üzerine açıkladığı eylem paketinin, başlama ihtimali olan barış görüşmelerini baltalamasından derin endişe duyuyorum." Kusura bakma ama bsg. Endişe duymak ne demek lan? Hiçbir yaraya işemeyen, kavga bittikten sonra meydana inip "Bu çocuğa kim yamuk yaparsa karşısında beni bulur!" diyen bir kurumun en tepesindeki adamsın sen ya. Fakat o da haklı tabi. Dış güçler onu da pençelerine almışlar, çalıştığı kurumuda. Peki bu kadar çepeçevre sarılmış sarmalanmış olmasaydı endişenin ötesine geçecek miydi? Pek mümkün görmüyorum. Ne mi demeye çalışıyorum? Damdan düşenin Nasrettin Hocadan başka dostu yok!

27 Ekim 2011 Perşembe

Yazmak ya da Yazmamak, Benim İçin Bütün Mesele Bu!

Daha önceden de bahsettiğim üzere yazmayı ciddiye alıyorum. Nasıl yazdığımdan çok ne yazdığıma dikkat etmeye çalışıyorum. Yazmak fotoğraf çekmek gibi aslında benim için. Nasıl fotoğraf çektiğimden çok ne çektiğimle ilgileniyorum. Bu beni anlatımda konu odaklı biri yapar heralde. Haftada bir yazmaya çalışıyorum ama bazen üzerine yazmaya konu olmuyor bazen de yazmak istemiyor insan. Kimi zaman da ilk paragrafın yazdığım bir yazının devamına yazacak bir şey bulamıyorum ve siliyorum. Blog açmanın temel nedenlerinden biri de kişilerin kendilerini kimseye hesap vermek zorunda kalmaksızın, istedikleri konularda yazmak, çizmek, yayınlamak. Fakat bütün bunlara rağmen uzun süre boyunca yazı yazmayınca insan ister istemez bir yetersizlik atfediyor kendine. Sanki geniş kitlelere hitap ediyoruz da millet büyük bir ilgi ile bir sonraki yazıda ne yazacağımı merak ediyor.

Ne hakkında yazayım? Deprem mi? Çatışmalar mı? Bunlar hakkında yazmamak bu konulara duyarsız olduğumu mu gösterir? Hiçbir şey göstermez bilakis. Bu konularda yazmak istemediğimi gösterir. Peki şu anda ne yapıyorsun? O konularla ilgili yazmıyor musun? Eyhh. Rüyalarımla ilgili yazacaktım halbuki ben. Ayda bir, iki rüya gören adamın peşpeşe beş gün boyunca rüya görmesi normal midir ki? Rüyalar da tanıdık simalar vardı. Ekseriyetle tanımadıklarımdı ama. Garip garip şaçma sapan rüyalardı hatta biri, ikisi. Yüksek lisans hakkında yazacaktım belki de. Sevdim ben bu derslerin bazılarını. Diğerleri tırt diyecektim. Bölüm beni sadist yaptı, hiçbir şey anlamadığım dersten çok keyif alıyorum. Şikayet ediyorum gördüğüm herkese sonra ekliyorum, "Ama çok keyifli". Özerk dedi ki: "İyi, iyi biraz daha delirmişsin."

Hasta olmasam ben yazacağımı biliyordum aslında. Yazmamam gereken her şeye dair yazdım galiba. Biri hariç...

Beni En Son Takipleyene Not: Belki de senin dediği gibi yılda iki kere yazmalı.

14 Ekim 2011 Cuma

Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Uzun zaman sonra elime alıp kısa bir sürede okuma imkanını buldum. Aslında daha önceden de okurdum ben bu kitabı ama her kitabın kendi zamanı var heralde. Zamanı gelmeden alamadık elimize kitabı. Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Barış Bıçakçı'nın dördüncü romanı. Benim ise okuduğum beşinci Bıçakçı romanı. Aynı isimle çekilmiş, romandan uyarlama bir de film var. Film ile ilgili bilgilere şuradan, kitap ile ilgili bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.

Barış Bıçakçı okumaktan aldığım  tadı başka hiç bir şeyden alamadım... Belki Kemalettin Tuğcu... ama yok lan Barış Bıçakçı daha güzel. Değişik bir uslübu var bir kere. Daha önceki Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra yazımda da bunlara değinmiştim zaten. Çokta değinmemişim aslında şimdi bakınca. Değinelim o zaman. Yazar hikaye anlatımını samimi ve içten bir dille gerçekleştiriyor. Anlattıklarında bir Menteş absürdlüğü yok mesela. Hepsi, yazdığı her şey hayatın bir aynası gibi. Okurken bunları biri yaşamıştır, şu anda yaşıyordur veya yaşayacaktır diyebiliryorsunuz. Yazılmış olanların kendi hayatınızdaki yansımalarını daha çok düşünüyorsunuz. Her romanı okurken karakterlerle ve yaşadıkları ile kendi hayatınızdan özdeş noktalar yakalamaya çalışırsınız elbette. Benim demek istediğim bir Bıçakçı romanında bu eylemin kitapla birlikte başlayıp ancak kitap bittikten sonra sona ermesi. İyice Selmanlaşmadan yazar ve kitapları hakkındaki övgülerime son vereyim. 

Neydi peki bizim büyük çaresizliğimiz? Herkesin hayatta üstesinden gelemediği, altından kalkamadığı bir şey var mıdır? Ya da insanların kudreti dışındaki bir meseleye mi işaret etmektedir bu ifade? Çaresizlik kelimesi acınacak bir halde olmayı da beraberinde getirir mi insana? Enderle Çetin şanslıydı bence. Birbirlerini çok iyi anlayan, anlaşmak için konuşmaya gerek olmayan dostlardı onlar çünkü. İnsan hayatının her aşamasında yanında olacak birini bulamıyor her zaman. Zaten bulması da gerekmiyor bazen. Peki böylesi iki dost nasıl olup da çaresizlikten söz edebiliyorlar? Henüz yeterice düşünmedim üzerine ama çaresizliklerinin kitapta yazan şey olmadığını biliyorum. Her neyse efendim okumak isteyenlere tavsiye olunur.     

3 Ekim 2011 Pazartesi

Bu Bir Deklarasyondur


Şu anda yüksek lisansımın ikinci haftasını tamamlamış bulunmaktayım. Bütün hafta yok o makaleydi, bu kaynaktı koşuşturdum. Makaleleri okudum bir şey anlamadım, okudum bir şey anlamadım, okudum.... ve bu böyle defaatle devam etti bir şeyler anlamaya başlayana kadar. Sonunda bugüne yetiştirmem gereken değerlendirme yazısını yazacak kadar bilgi sahibi oldum ve hocama yolladım yazımı. Peki bu neyi gösterir? Gelecek olan haftaların bir önizlemesi niteliğindeydi bence geçtiğimiz hafta. Kış yaklaşıyor ve ben mümkün olduğunca çok çalışmaya çalışacağım. Bu neyin deklarasyonudur derseniz, asosyalitenin, hayırcılığın ve bahenekar olmanın deklarasyonudur. Bu böyle biline.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Hayallerin Gerçek Olayazması

Bu sabah okula giderken Üsküdar'a geçmek için vapura bindim. Artık İlahiyat Fakültesinde okuduğumuza göre bir takım faydalarını da göreceğiz tabi ki. Mesela okula gittiğim her gün sabahları Boğaz'ı görmek gibi bir faydadan bahsedebiliriz. Bunun nesi fayda diyenler için oksijenin zihin açtığını, sabah saatlerinde henüz havalar kirlenmeye ve ısınmaya başlamamışken oksijenin en çok bulunduğunu hatırlatmak isterim. Neyse efendim mesele o değil zaten.

Üsküdar Hazerfan Ahmet Çelebi iskelesine doğru yürürken, başımı Karaköy taraflarına çevirdiğim zaman kalbim bir an çok kısa bir anlığına tekledi. Bunca sene sonra? Tekrar karşıma çıksın? Hiç sanmıyorum dedim. O iş bitmişti. Lise II'den beri ortalıklarda yoktu. Bir hafta, ne ben gidiyorum dedi, ne benimle gelir misin dedi, çekti gitti. Bir daha haberini alamamıştı(m)k. Ama orada duruyordu işte. Hatta kardeşi de ondan biraz ötede duruyordu. İkiz değillerdi ama birbirlerine benziyorlardı. Kardeştiler dedik ya. Ben gözlerime inanamadım tabi ama adrenalin kanıma yayılmaya başlamıştı bile. Müthiş bir hızla iskeleye doğru koştum ve kendimi vapura attım. Zira kapıları kapatıyorlardı. Vapurun diğer tarafına doğru acele bir tavırla gittim ve neredeyse otomatik bir şekilde fotoğraf makinemi çıkardım. Zoomu en sona getirip onun bir fotoğrafını çektim. Yetmedi, çektiğim fotoğrafı açtım bir de ona zoom yaptım. Soyadı tutuyordu. Allahım bu ne mutluluk. İsim tam çıkmamıştı ama. Vapurun yerinden ayrılıp iyice yaklaşmasını bekledim. Vapur iyice yaklaştığında bir kere daha fotoğrafını çektim. Fotoğrafını çekmeme gerek kalmadan o olmadığını anlamıştım zaten. Tam anlamıyla yıkıldığımı söyleyemeyeceğim ama bir ara gerçekten heyecanlanmıştım. Kimden ya da daha doğru bir ifade ile neyden mi bahsediyorum. 

Grand Princess'tan bahsediyorum tabi. Deran belki hatırlar belki de hatırlamaz. 2005'te ülkemize gelen ve bir daha Karaköy iskelelerinde arz-ı endam etmeyen o nankör cruiser tipi gemiden bahsediyorum. Bir de yüzsüz yüzsüz kardeşlerini bizim Boğazımızın orta yerine dalga geçer gibi yollamış. Olmaz olsun böyle kardeşler. Ya bırak ya.


Ruby Princess
Star Princess

Bu Princess şirketini de Allah bildiği gibi yapsın. Bütün gemileri benzer üretmişler. İsteyen buradan bakabilir. Bu Star Princess'ta Grand Princess'in ikizymiş hatta Golden Princess'in üçüzüymüş. Vefa da bir semt adıymış dostlar.

16 Eylül 2011 Cuma

Veni, Vidi, Wiki: Bosna


Bosna'ya gittik geldik ama bir yazı yazacak kuvveti kendimde bulamadım. Halbuki ilk geldiğim günlerde yazı yazmak için oldukça hevesliydim. Daha önceden Bosna'ya gitmiş, bu konuda tecrübe sahibi Faruk arkadaşım demişti ki "Döndükten sonra ilk hafta yazmazsan sonra çok zor yazılıyor". Evet bakınız döneli 12 gün olmuş. Neyse efendim zamanla hevesim gittikçe azaldı neredeyse kayboldu derken, "Artık yeter" dedim kendime. Baktım ki Bosna ile ilgili bir yazı yazmadan başka bir yazı yazamayacağım. Yazmaya başladım işte.

Asıl ismi Bosna-Hersek ülkenin. Dünya üzerinde Balkanlar diye tabir ettiğimiz, bizim ise "Bir zamanlar buralar hep bizimdi" diyebileceğimiz bir bölgede. Bakınız tam burada. Komşu ülkeler Sırbstan, Karadağ, Hırvatistan. Nüfusu 5 milyona yakın. Detaylı bilgiler de Wiki'de var. Bunları da ben yazacaksam giderim orada yazarım zaten neyse. Esas Bosna'ya dair bahsedilecek olanlar nüfusu oluşturan etnik unsurlar arasında son yüzyılda cereyan eden olaylar ama bunlar da bu yazının kapsamının dışında(Neyden bahsedeceksen onlardan bahsetsene *küf*). 

Benim Bosna'ya gidişim abimin ısrarı, babamın sponsorluğu ile oldu. Annemle birlikte katıldık geziye. Zambak Tur'un 4 gün 3 gecelik bir turuyla gittik geldik. Şimdi dolu dolu bir programdı açıkcası bir kaç gün daha olsaydı Bosna'da görmemiz gerekip de görmediğimiz hiç bir yer almayacaktı zannımca. Tabi bunda tur rehberimiz Hüseyin Kansu Bey'in de insan üstü çabalarını da göz ardı edemeyiz. Grubumuz 40 kişiydi. Çok şükür tek bir pürüz bile yaşamadan geziyi nihayete erdirdik. Allah hepsinden razı olsun.

Bosna'da ilk önce Vsoko şehrine gittik. Şehir deyince aklınıza İstanbul, Bursa, Erzurum gibi büyük şehirler gelmesin. Saray Bosna hariç Bosna'daki benim ismini zikrettiğim bütün şehirleri bir Anadolu şehri gibi düşünebilirsiniz. Vsoko'da Türkiye'deki İmam Hatip Liselerine denk olan bir Medrasa'yi ziyaret ettik. Burada okulun 77 yaşındaki müdürü Salih Bey'den okulla ilgili bilgiler aldık. Okulu gezdik tanıdık. Sonra buradan Travnik şehrine gittik. Travnik vadiye kurulmuş bir şehirdir. Vezirler şehri olarakta bilinir zira Osmanlı devletine tarihi boyunca 19 tane vezir vermiştir. Travnik kalesine çıktık. Bosna'nın bağımsızlık savaşı sırasında Türkiye'den savaşmaya gitmiş olan Selami Yurdan'ın kabrini ziyaret ettik. İlk günü otelde akşam yemeğinni yemek suretiyle tamamladık. Otelimiz **** yıldızlı Hollywood Oteldi. Bize yansıyan tatsız bir olayını görmedik.

Aşağıda ilk günün fotoğraflarından üçü. Çok bir şey yok, tam anlamıyla panorama da değil zaten.

Travnik Panorama 1
Travnik Panorama 2
Travnik Panorama 3









İkinci günümüz sabah saat 7'de kahvaltı ile başladı. Daha sonra Saray Bosna'nın içinden geçen Bosna nehrinin doğduğu yer olan Bosna Milli Park'ına gittik. "Vrelo Bosna" yani Bosna'nın kaynağını yerinde inceledik. Vrelo Bosna ile ilgili Faruk'un iki resmi var yeri gelmişken link verelim. Biri bu, biri bu. Sonrasında Bosna Bağımsızlık Savaşı sırasında açılmış olan ve Boşnaklar için savaş sırasında bir aort damarı vazifesi gören Tünel'e gittik. Normalde 800 metre olan Tünel'in sadece 25 metrelik kısmı görülmeye açıktı. Burada Tünel'in kazıldığı evin sahibi 85 yaşındaki teyzemizi ziyaret ettik. Bahçesinde savaşla ilgili 18 dakikalık bir video ile bilgilendirildik. Günlerden Cuma, vakitte Öğle namazının vakti olduğuna göre Cuma Namazı kaçınılmazdı(sanki ikisi bir araya gelmese kılmayacağız töbe töbe). Cuma namazını Saray Bosna'nın merkezi sayılan Başçarşı'daki(Baśćarśı) Gazi Hüsrev Bey Camiinde eda ettik. Akşam saaat 5'te tekrar buluşmak üzere Başçarşıyı keşfetmek üzere dağıldık. Başçarşı tam anlamıyla bir Osmanlı mimarisine sahip. Küçük dükkanları ve Bedesten'i ile birlikte bir Bursa, bir Buldan bir Mısır Çarşısından farkı yok(Bursa'ya giden bilir). Neyse efendim alışşveriş falan sonraki işler bunlar. Saat 17.00'da Başçarşı'daki Moriça Han'da buluştuk ve hocamızın vasıtası ile Aliya'nın biri 85, biri 83 yaşında olan altmış yıllık arkadaşlarından, onların yıllarca toplandıkları odada, Bosna'ya dair, Aliya'ya dair, savaşa dair pek çok bilgiler edindik. Bunlar başka yazıya inşallah. Bir buçuk saatlik bu muhabbetten sonra otele döndük ve ikinci günü de böylece sonlandırdık.

İkinci günden seçme fotoğraflar. Bunları severek çektim bak yalan yok.

Tünelin Teyzesi


Vrelo Bosna
Asalet Parayla Değil



Üçüncü gün sabah erkenden Mostar şehrine doğru yola çıktık. Saray Bosna'ya 160 km olan Mostar'a gidişimiz yaklaşık iki buçuk saat sürdü çünkü gittiğimiz yol derin bir vadide açılmış tek gidiş tek geliş bir yoldu. Yol boyunca Neretva nehri bize eşlik etti. Bosna nehirler açısından zengin bir ülke. Öyle ki uzun bir yol gidiyorsanız yolun belli kısımlarında illa ki bir nehir size eşlik ediyor. Yol üzerindeki ahşap işçilikleri ile meşhur Konjic şehrine uğradık. Saat 11 gibi Buna nehrinin kıyısındaki Blagaj şehrine ulaştık. Nehrin doğduğu dağın dibine yapılmış tekkeyi uzaktan ziyaret ettik. Öğle yemeğini nehir kıyısında yedikten sonra önce Poçitel şehrine sonra da sabah yola çıkarken ki ilk hedefimiz olan Mostar şehrine vardık. Köprüsü ile meşhur olan şehir tamamiyle taş yapı. Annemin de ifade ettiği şekliyle "Her zaman televizyonda belgesellerde, gezi programlarında gördüğümüz bu yerlerde bulunmak, köprüyü yakından görüp üzerinden geçmek tarif edilemez bir duygu benim için". Annem tam böyle demedi tabi ama ben böyle anladım. Mostar Atlama Klübüne bağlı köprüden belli bir ücret karşılığı atlayan gençler bir de bizim için atladılar köprüden serin sulara. Mostardan bize kendisini hatırlatacak hediyeliklerden öte bu duygular ile ayrıldık. Hediyelikte aldık tabi.

Üçüncü günü unutmadık, unutmayacağız.  

Mostar Köprüsü
Blagay Tekkesi ve Buna Nehri ve Ben
Poçitel Kalesi

Köprüden Atlama Gifi(büyük hali hareketli)
Son gün sabahtan grubun yoğun ısrarı üzerine Vrelo Bosna'ya gittik. Gezecek çok yer kalmamıştı zaten bir sabah yürüyüşü ve bol oksijen ile güne başlamak iyi bir tercih oldu. Sonrasında savaş sırasında kurulmuş ve bugünlere kadar varlığını devam ettirmiş olan Sümejja Vakfını ziyaret ettik. Vakfın kuruluş amacı savaş sırasında yetim kalmış çocuklarla ilgilenmek. Vakfın kurucularından olan 77 yaşındaki Yasemin Hanım'dan vakfa dair bilgileri aldık. Öğlen yemeğimizi vakıfta yedik. Sonrasında gidiş saatimiz 16.00'a kadar olan vaktimizi geçirmek üzere Başçarşı'ya geçtik. Burada gerekli alışverişleri yaptıktan sonra yorgun ama mutlu bir şekilde havaalanına gelip, 18.30 uçağı ile Türkiye'ye hem kendimizin hem grubumuzun bir kısmını Bosna'da bırakarak geri döndük.

Son gün çekileni var, çekilmeyeni var.

Sebil(Sebilj)
65 Yıllık Ateş(hala sıcak)

Nuh Nebi Tramvayı
Yazının tamamını okuyup da bu satırlara kadar gelen güzel insan, şunu bil ki bu yazı pek çok yönden eksiktir. Ne yeterince gözlem var yazıda, ne de yeterince turstik malzeme. Bir sonraki yazı ile bunların bir kısmını daha ikmal etmek gibi bir düşüncem olduğundan dolayı bu yazı kamil olamadı. Zaten benim için yeterince zor oldu hal-i pür meralimi anlatmak. Anlatamadım ama sen anladıysan ne mutlu bana. Senden de Allah razı olsun.

İşte sana Bosna'ya gitmek için On Sebep
1) Ecdad neler yapmış, neler bırakmış deyip tarih avcılığı yapabilirsin.
2) Kardeş halk Boşnaklar neler yaşamış, neler yaşıyor diye bakmaya gidebilirsin.
3) Dünya üzerinde müslümanların durumu nedir? konulu gezi programına dahil edebilirsin.
4) Balkan misafirperverliği nasılmış görmek isteyeblirsin.
5) Avrupanın ortasında müslüman bir millet nasıl olunurmuş? Ne kadar olunurmuş anlamak isteyebilirsin.
6) Tamamen turistik amaçlı bir geziye katılarak gidebilirsin.
7) Doğal güzellik aşığıyım diyorsan Bosnayı da bir görmelisin.
8) Gör ...üm yolları, iç soğuk suları diyorsan, soğuk suları gayet güzel.
9) Çok paran vardır, görmedik yer kalmasın diyorsundur.
10) Allah rızası için gidersin ve oradaki insanlara bir faydan olur.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Kısa Kısa 2

Uzun uzun yazacak durumlara henüz eremediğim için kısa kısa yazıyorum.

Son Teravih

Çok fazla teravih namazına gitmdim bu Ramazan'da. Hatta 10'u bile geçmedim ama her sene son teravih namazına gidilir. Bu bir şart değildir, son teravihin ilk teravihten bir farkı yoktur. Bu sene farklı olmasının sebebi ise son olmasının namazı kıldıran imam sebebiyle son olması. Emrullah Hoca, Sultanahmet Camii İmam Hatibi olarak yürütmekte olduğu görevinden Kasım ayı itibariyle emekli olacak. Böylece ben de onun imamlığı altında son kez Sultanahmet camiinde teravih namazı kılmış oldum. "Eeee bunda ne var ki?" diyenler için, çocukluğu Sultanahmet'te geçmiş birine böyle şeyler söylenmez, duygusala bağlar sonra insan. Allah Emrullah Hocadan razı olsun.

Ramazan Bayramı

Bayram yine her sene olduğu gibi... Annesi ve babası İstanbullu olmayan çocuklar için ne kadar zor günlerdir bayramlar. Gelen yok, giden yok. Arkadaş ilaç niyetine bir tane yakın akraba olsun şu koca şehirde. Yoksa ithal edilsin, gereken yapılsın. Hayır yazıktır, bayram namazından, aile içi bayramlaşmadan ve mezarlık ziyaretinden ibaret bayram mı olurmuş ya? Kim görmüş kim duymuş şimdiye kadar? İki kardeşiz ilerisi için endişelerim var.

Bosna

Bilenler duyanlar vardır ama ben yine de buradan da söyleyeyim. 1-4 Eylül tarihleri arasında annem ile Bosna'ya genel kültür ve isim şehir gezisine gidiyoruz. Bu süre zarfında çok fazla arayan olacağını tahmin etmiyorum ama arayıpta ulaşamayan olursa belki buraya bakmak aklına gelir. Sonra vay ben duymadım vay ben bilmiyorum demeyin.

Yeni Okul

Okul ayın 19'unda açılıyormuş (Hangi okul diyenler ışığı görsün) Arkadaş daha tatil yapacaktık diyor insan ama artık yalan tatil falan. "Lan hırt 3 aydır ne yapıyorsun sen?" diyorum evet bunu kendim söylüyorum bu sefer. Hafif bir gerginlik var tabi belirsizlikten kaynaklanan. Mehmet ve Nazif'e karşı metin bir duruş sergileyip "Ya ben her türlü uyum sağlarım siz rahat olun" desem de hafiften hafiften bir ürperti yayılıyor bedenime. İlginç bir karşılaşma olacağı kesin hem benim için hem de Marmara İlahiyat Fakültesi için. Esas soru en çok hangi taraf şaşıracak? Zamanla belli olur o da  zaten.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Ne Yapıyorum Ben!

Aslında dişe dokunur hiçbir şey yapmıyorum. Bol bol yapmamam gereken şeyler yapıyorum. Mesela oyun oynuyorum hala eşşek kadar adam olduk bilgisayarı hala en çok oyun için kullanıyorum. Halbuki bilgisayar kullanımına dair çok güzel hayallerim vardı. Bu hayallerin gerçekleşmemesinde benim iradesizliğimden ziyade, iradesizliğimin temelinde yatan sebeplere eğilmek istiyorum. Bir kere çok geç bir dönemde tanıştım bilgisayarla. Teee Lise 2'de tanıştım. Çocukken babamın arkadaşlarını bilgisayarlarında Wolfied oynamışlığım ve Paint'te adımı yazmaya çalışmışlığım var ama onları saymıyorum. Bir, iki de internet kafelerde sürtmüşlüğümüz var ama fasulye bunlar hep fasulye. Çevremdeki arkadaşlarımda şunu gözlemledim ben, bilgisayarla erken yaşta tanışanlar genelde belli bir yaştan sonra oyundan alacakları tadı almış artık "Benim o taraklarda bezim olmaz" söylemine sahip oluyorlar. Böylece oyuna harcayacakları vakti diğer aktivitelere kaydırıp bilinçli bir kullanıcı payesine erişiyorlar. Ben de bilinçli bir kullanıcı olacağım günlerin hayalini kuruyorum hala. Hemen de geyiğe sarmışım, muhabbetim hiç çekilir bir hal almamış.
İftarlara katılıyorum, farklı arkadaş halkaları ile farklı günlerde ve mekanlarda iftar yapıyorum. Hepsi için ayrı bir mekan bulmak zor oluyor doğrusu ama elimden geldiğince uğraşıyorum. Sonra bugün kütüphanemdeki kitapları bilgisayar ile kayıt altına almaya başladım. Bu benim belki de son bir hafta da yaptığım en faydalı iş oldu. Şimdilik iki rafı geçirebildim. Uğraştırıyor biraz biraz ama bittikten sonra en azından aynı kitaptan bir kere daha almak gibi bir hataya bir daha düşmeyeceğimi sanıyorum.
Bloga'da hiç yazı yazasım yok arkadaş, çok afilli, alengirli şeyler olmuyor bu aralar zira. he normalde böyle şeyler çok sık mı oluyor sanki, yok olmuyor ama en azından hayatımıza yön verecek bir kaç şey oluyordu onları yazıyorduk. Olduğu kadar artık.

Kendime Not: Bu kadar oyun oynayacağına kitap okusaydın eheyyy.

7 Ağustos 2011 Pazar

Kısa Kısa 1

Kardeşimizin Sitesi Açıldı...

"Selman'a en çok yorum bırakan" gibi bir sıfatla nitelendirilmeyi seçen İ.T.Ü bünyesinden tanışma, Giresun'dan doğma Zafer Düzen kardeşimizin blogu açılmıştır. Sitesine bu linkten ulaşabilirsiniz. Bloguna isim seçme konusunda pek yaratıcı bir tavır sergilememiş olsa da, yoğun işlerinin arasında iki satır yazılı bir şey karalama isteği karşısında gözlerimiz yer yer dolmaktadır. Yazılıma yeni başlamış dimağları şenlendirme misyonunu üstlendiği blogunda yazacağı yazılar "Abi yanlış yaptık, felsefe yalan, hayat PHP'deymiş" dediğim gün benim için daha büyük anlam ifade edecekler inşallah. Hayırlı olsun...

Yüksek Lisans Marmara'da Yapılır...

Takip edenler bilirler, bir yüksek lisans gündemim var Mart ayindan beri. Bütün sular durulup gerçekler su üstüne çıktığında benim de İstanbul'da değil Marmara'da yüksek lisans yapacağım belli oldu. İstanbul'u bireysel hatalardan dolayı gol yiyerek kaçırsamda, bir buçuk hafta içinde kullandığım ve duyduğum söz öbeği "hayırlısı olsun"'un gücüyle Eylül ayında eğitim öğretim hayatıma devam edeceğim inşallah. Hayırlı olsun...

Yazlıkçı...

Ramazan ayı ve öncesindeki bir hafta boyunca yazlıklarda gezip tozduğumdan ve internetim olmadığından mütevellit bir önceki yazı ile bu yazının arası epey açıldı. Daha da bizimkiler yazlıktan gelmiyorlar. Bu vesile ile ben yoğum aslında....


Bisiklet...

Atadan kalma en az on senelik olan Bisan-İhlas MTB marka abimin bisikletini anneannemin çatı katından indirip dün tekrar çalışır hale getirdim. Sonra da Sultanahmet'ten Fatih'e kadar oruçlu bir beden ile bisiklet süre süre geldim. Uzun zaman sonra bisiklet sürmek keyifliydi tabi ki ama Ramazan'da bir daha bunu tekrarlamak için insanın deli olması lazım geliyor. Yapan birisini görürseniz en azından benden daha deli olduğunu anlayabilirsiniz...

17 Temmuz 2011 Pazar

İzmir'in Dağlarında Çiçekler Açar

Geçtiğimiz haftasonu İzmir'e bizim köye gittim. Sizin köy neresi derseniz tam olarak şurası diyebileceğimi zannediyorum. Mavi gözüken yer Latif abimin inek damı, en tepedeki ev de dedemin evi. Her neyse Cuma günü yola çıktım. Yola çıkarken de İzmir'de 30 saatimi, yolda ise 18 saatimi geçireceğimi bilerek çıktım. Fiyat/Performans, Zaman/Fiyat, Performans/Zaman birimlerinden herhangi biri açıısndan karlı bir alışveriş olmadığının farkındaydım zaten ama olsun hem kendim için bir değişiklik olsun dedim, hem iki insan görmüş olurum dedim. Fakat kazancım bunlarla sınırlı kalmadı.

Kimse bana demedi ki "Eski takımı yeniden bir araya getiriyoruz, var mısın?". Hayır bunu bana söyleseler, ben isterse iki saat kalacak olayım, zaten giderdim yine. Eski takımdan kastım ne mi? Eski takımdan kastım çocukken her yaz köye gidip yaklaşık bir ay süre ile kaldığımız zamanlarda birbirimize yoldaş olduğumuz, aynı su akıntısının önüne baraj kurup sonra yıktığımız, küçük tepe ismi ile meşhur tepeye beraber baraka kurduğumuz sonra içine girip "Burası benim evimmiş meğersem" dediğimiz, "Haydi 3. havuza kadar gidelim" diyip sonra yolun ortasında böğürtlene daldığımız, zaman zaman sayıca değişkenlik gösteren ama her zaman 3 kişiden fazla olan takımı kastediyorum. Kim vardı peki bu takımda? Reyhan Ablam, kardeşi Oğuzhan, kuzenim Hatice, onun kardeşi Recep, kardeş torunumuz Enes, Enes'in kardeşi Rümeysa ve ben vardım.

Bunca sene (bazılarını görmeyeli 4-5 sene olmuştu) sonra hepsini birden görmek bir hoş oldu. Oturup eski günleri uzun uzun yad edecek veya küçük bir geziye çıkacak vakimiz olmadı belki ama birlikte oturup konuştuğumuz 1-2 saat çok şükela oldu. Düşünün ki sabah akşam kaymaklı ekmek kadayıfı yiyorsunuz ama ne şekeri ne kaymağı sizi baymıyor. Tabi ne yaptık? Hazır birbirimizi bulmuşken fotoğraf çektirdik. Eskilerden bir fotoğraf olaydı onu da koyaydım güzel olurdu tabi ama kim bilir nerede o fotoğraflar. Bulursam koyarım artık. Bu da böyle bir anım taze bitti zira.
Soldan Sağa: Oğuzhan, Reyhan Abla, Ben, Mehmetcan, Hatice, Recep, Dedem

Bir Günlük Civciv Böyle Olur(Boyamaya Gerek Yok)
 
Yarasa Fotoğrafı Çektim Yuhh!!!

Aslında Şehrin Işıklarından Yıldızlar Gözükmüyor :p

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Leyla ile Mecnun

Yeni başladığım bir dizi Leyla ile Mecnun. Uzun zamanlar boyunca diziyi takip eden arkadaşlarımın bazılarından diziyi benim de izlemem gerektiği konusunda ciddi geri dönüşler almıştım. İnsanlar etrafımda dizi oyuncularının repliklerini tekrar etmek suretiyle eğlenirken ben de fransızcamı bayağı bir ilerlettim. En sonunda da diziyi merak ettiğimden değil artık yeterince fransız kalmamdan mütevellit aldım Said'den diziyi başladım izlemeye.
Güzel dizi Allah için, öyle kahkahalar atarak güldürmedi beni ama karakterleriyle, garip kadrajlarıyla ve çekim açılarıyla sardırdı beni kendisine. Şu an itibari ile 7. bölümünü bitirdim. Daha da izlerim ben bu diziyi, bitiririm bu sezonu. Yazıyı yazma sebebim ise şu, televizyon izlemeyen ve kotalı internete sahip olan birisi olduğum için, çok fazla dizi izleyen bir insan değilim. Böyle eşin, dostun tavsiye ettiği dizileri izliyorum ara ara. Şimdiye kadar ne izledin derlerse Lost, Prison Break, Smallville, Mahallenin Muhtarları, Bizimkiler, Memoli ve muhtelif Türk dizilerini izledim. Yazıyı yazma sebebim ise bu izlediğim diziler içinde en güzel başlangıcı olan bölüm Leyla ile Mecnun dizisinin 6. bölümünün girişidir. Zaman çizgisinin düzgün ilerlemesi fakat göreli kullanımı belki de bu sahneyi benim onu olduğu yere koymamdaki en büyük etkendir. Hangi sahne bu peki? Şu sahne efendim:

5 Temmuz 2011 Salı

Mezunum, Mezunsun, Mezun




Geçtiğimiz perşembe günü yani 30 Haziran 2011 tarihinde resmen okulu bitirmiş olduk. Okulla olan 4+1 yıllık sözleşmelerini daha fazla uzatmamaya karar veren 40-50 kişi toplu mezuniyet töreni ile yeni hayatlarına uğurlandı. Sözü çok fazla uzatmayacağım. Mezun olan bütün arkadaşlarıma önlerindeki hayatlarında başarılar dilerim. Kim bilir belki ileride bir gün, bir yerlerde yeniden karşılaşırız bazılarınızla. Videoyu hazırlayan Gök(han|su) arkadaşımıza saygılar. Hayra karşı...

Kendime Not: Bir video, bir kaç resim ile bu yazıyı kotarırım bence.

Mervdivenlerin Dili Olsa da Konuşsa

Eti Hoca'nın Mihmandarlığı ile Yürüdüler Mezuniyete


Ulviye Hoca ile Başla ve Bitir Oynadık
Binlerce Kep Var

23 Haziran 2011 Perşembe

Dayı Olmak Demek Ne Demek?

Panik olmamak lazım en baştan. Hayır abim henüz evlenmedi. Yıllar sonra kayıp, evli ve çocuklu bir kardeşim de çıkmadı. Peki nasıl yeğen sahibi oldum? Annemin kuzeni Özlem ablamın ve eşi Süleyman abimin bir çocukları olmuştu 6 ay kadar önce. İsmi Eslem. Özlem ablam teee küçüklüğümden beri beni kardeşi olarak görür ben de onu abla bildim tabi. Böylece çok fazla düşünmenize gerek kalmadan evet ben de dayı oldum diyebiliriz.

Şimdi Özlem ablamlar bizde misafirlikteler. Onlara misafir denmez tabi ki ama şimdilik öyle diyelim. Nereye bağlayacaksan artık bağla diyorsanız tabi ki Eslem'e bağlayacağım. Eslem 6 aylık yukarıda da belirttiğim üzere. 65 cm boyunda. Çok fazla bir meziyeti yok, bütün bir günü uyumak, yemek yemek, altına yapmak, kendisi ile ilgilenen büyükleri eğlendirmek şeklinde devam eden bir döngü içinde geçiyor. Zaten ondan daha fazlası da beklenmiyor. İlginç olan kısım büyükleri eğlendirme kısmı, diğer kısımlar adiyattan sayılıyor bir bebeğin hayatında. 

Her gece istisnasız, oturuyoruz salonda Eslemi yere, gösteri yapacağı sahnesine(ya da örtüsünün üzerine) çıkarıyoruz ve onu izliyoruz saatlerce. Kimi zaman ayaklarını tutup bırakarak spor yapıyor. Kimi zaman önüne koyduğumuz renkli bir cismi (artık poşet olur meyve olur) dakikalarca yakalamaya ve parmakları ile kavramaya çalışyor. Hiçte kolay vazgeçmiyor. Bir su şişesini minik parmakları ile kavramaya çalışırken yüzünde oluşan kararlılık ifadesini ben daha önceden görseydim muhtemelen sınavlara çalışma konusunda daha sebatlı davranırdım. Karnı acıkmaya başladığında bedeni ile yiyeceğe gösterdiği iştiyakı ben her yemekten önce gösterseydim 65 değil 85 kilo olabilirdim.
Eslemin yüzünde bu duyguların bu kadar saf bir şekilde tezahür etmesini de henüz aklının ve kalbinin büyümüşlük ile kirlenmemesine yoruyorum ben. Tabi ki böyle kalamayacak ve büyüdükçe bize daha çok benzeyecek. Artık duygularını göstermenin değil gizlemenin bir erdem sayıldığını öğrenecek. Her istediğini açıkça söylemek yerine gizlice kafasında kurmacalar üretmenin daha akla yatkın olduğunu görecek. İhtiyacından fazlasının onu rahatsız ettiğini unutacak belki de, bitmeyen tükenmeyen bir isteğe sahip olacak. Şimdi bizi eğlendiriyor ileride belki de pek çoklarının yaptığı gibi samimiyetini kaçak malzeme ile inşa edip insanlarla eğlenecek. Allah sonunu hayır etsin yeğenimin. Karşısına kendisinin şu anda olduğu gibi temiz insanları çıkarsın hayatının her evresinde ve bize benzemesin. Olduğu gibi kalsın inşallah. Nasıl başladık nasıl bitirdik. Bu yazıların nereye gideceği hiç belli olmuyor arkadaş. Bir iki resmini koyacağım Eslem'in. Gören maşallah desin. Başmıza iş almayalım sonra.



Nasıl da şaşırmış yavrucak!
Günlük sporu da bu hanımefendinin...

17 Haziran 2011 Cuma

Simyacı

Simyacı, uzun zamandır aklımın bir köşesindeki okunacak kitaplar listesinde yer alan bir kitaptı. Zannedersem lisede bir arkadaşımı okurken görmüştüm, orada ilgimi bir anlığına çekmiş olacak ki yazmışım kafama. Sonra kitabı yerinden, yani Can Yayınlarından almak nasip oldu üç, dört ay önce. Okumakta bir hafta önce nasip olmuştu. Geriye yazısını yazıp okundu rafına koymak kalmıştı. O da oldu.

Simyacı, Paulo Coelho'nun kendisine en çok ses ve ün getiren romanı dersem mübalağa etmiş olmam heralde. Tüm dünyada 30 milyondan fazla satmış olmak, bir kitap için küçümsenebilecek bir mesele değil zira. Kitap oldukça güzel ve anlaşılabilir bir dille tercüme edilmiş. Yazarın anlatımı nasıldı bilinmez ama çevirmenin çevirisi gayet hoş olmuş. Hikayeye gelirsek, belki çok tepki çekerim belki hiç sallanmam ama benim için hikaye fazlasıyla oryantalist ve kişisel gelişim(NLP) öğeleri ile doluydu. Bazı kısımlarda yer yer "Allahım bu kitapta bu da mı karşıma çıkacaktı?" veya "Off! Hep Araplar deveye biniyor, nargile içiyor, peçe ile dolaşıyor" demedim değil. Ben gittim gördüm, oralar öyle değil arkadaş. Olmamış Paulo. Hikayede akıcılığı dili, dil oyunlarını kullanarak sağlamışsın ama benim karnım toktu açıkcası bu hikayeye. "Tamamen Duygusal" sebeplerle yazmışsın gibi olmuş, Allah bilir niye yazdığını da.

Tabi şimdi birisi çıkıp "Lan ibiş, çok biliyorsun madem kendin daha güzelini yaz" diyebilir. Olabilir belki ben daha güzelini yazabilecek kudrete, yeteneğe sahip değilim ya da "Sana mı soracağım dangoz" diyebilirim ama bu hoşuma gitmeyen bir şeyi eleştiremeyeceğim anlamına gelmiyor. Gerçi kimsenin çıkıp bir şey diyeceği de yok ya neyse. Bunların dışında kitap çabuk okunuyor. 184 sayfalık kitaba harcayacağınız mesai 6-7 saat gibi bir süre muhtemelen. Taş çatlasın 10 saat olur. Onu da aşmayın bence yazıktır. Vel hasıl-ı kelam, başka kitapları nasıldır bilmem, tek kitabına bakıpta Paulo Coelho'yu bir kenara atacakta değilim lakin Simyacı benim içn bekleneni vermedi. Hızlı vaktin nasıl geçtiğini bilmeden hem okuyayım hem eğleneyim demekte iseniz eğer tavsiye olunur. Başka amaçlarla kitaba yaklaşmak isteyenler beri dursun!

NOT: Dangoz = Dangalak + Moloz

9 Haziran 2011 Perşembe

YEK










Yukarıda kronolojik sıra ile bizatihi ben tarafından çekilmiş profil fotoğrafları verilmiş olan insan Yusuf Evrim Kılıç. Aslında bu nicki (YEK) kullanmıyor kendisi ama benim adım Yusuf Evrim Kılıç olsa ben kullanırdım şahsen. Kendisi ile birinci sınıfın ilk döneminden beri tanışıklık hali içindeyiz. Bu durumdan da kendim adına gayet memnunum. Bu yazıyı da niye yazma gereği duydum, içimden geldi. Biraz yıllık tadında bir yazı olacak belki ama olsun. Evrim gelsin de şuraya iki yorum yazsın ortalık şenlensin canım.
Şimdi efendim nasıl tanıştık nasıl konuştuk tam hatırlamıyorum. Sanki Evrimle okul ilk başladığından beri muhabetimiz varmış gibi geliyor şu anda, başını hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey hemen hemen pek çok derste yan yana oturmuş olduğumuz. Kendisinin bana imzalayıp verdiği tezinde de söylediği gibi birbirimizin silah arkadaşıyız. Çok büyük bir aksilik olmadığı sürece genelde aynı derslerden birlikte kaldık ve geçtik. Bir kaç aksilikte şunlardır: O toplojiden geçti, ben kaldım, ben sürekli ikiden ve veri analizinden geçtim, o kaldı. Sonra o MAT IV'ten geçti, ben kaldım. O dinamikten geçti, ben kaldım.(Evrim senin geçtiğin kadar kalmışım he) Önemli olan kim geçti kim kaldı meselesi değil dostlar, mesele bizim kendisi ile Şampiyonlar liginde yarışmıyor oluşumuzdan mütevellit hemen hemen her dersin vizesinden sonra " Evrim ben kalacağım galiba abi, Selman ben kaldım abi" cümlelerini kurup aynı korkuyu birlikte yaşamız olmamızdır mesele. Biz dört seneyi böyle korku içinde geçirdik belki ama korku bizim harcımız, dersten geçmek borcumuz oldu.
Neler yaptık peki kendisi ile bu süre zarfında. Şunu açık bir şekilde söylüyorum, bakın şunu açık bir şekilde söylüyorum, bugün kimse diyemez ki Selman sen en çok X kişisinin yanında gülmüşsün. Burda iki ihtimal vardır: 1) X kişisi Evrimdir. 2) X kişisi yoktur ve benim en çok gülen halimi gören kişi Evrimdir. Bu önermelerin tersi de doğrudur. İspatını ödev olarak bırakıyorum. Güldük delicesine, ipe sapa gelmez şeylere güldük, Evrimin taklitlerine güldük, sürekli II sınavından ben 004, o üç sıfır alınca da güldük, gözümüzden yaş bir tarafımızdan ter akana kadar güldük, çok ders çalışmaktan dolayı beynimiz kulağımızdan aktığında ve SDKM'nin önünden sarhoş gibi geçmemizin sebebi de gülmemizdi. Başımıza da şimdiye kadar bir şey gelmedi çok şükür. Daha da güleriz bence. 
En sonunda ne oldu peki? Bugün sabahtan ikimizde bittik ve artık okeye döndüğümüzü fark ettik. Ne sınavdı, ne sunumdu ne korkuydu hiçbir ....m kalmadı. Ve biz Altar'ın Oğulları Evrim ve Selman AVM'de langırt ve airhockey oynamak suretiyle gelen güzel günlere iyi bir adım attık. Bitti ve başladı...

3 Haziran 2011 Cuma

Batarken Ardında Güneş Tepelerin, Geldi Veda Vakti Teletabilerin

Bit(e)meyen Okul bugün bitti galiba. Aslında benim son finalim dündü. Yani çarşamba günüydü. 4 sene önce açılışı yaptığımız Ulviye Hocamız ile kapanışı da finallerin finali optimizasyon finaline girdikten sonra gayr-i resmi olarak yaptık. Aslında sınavdan sonra her şey bitmiş gibi gelmiyordu. Daha dedim bitirmenin sunumu var hem. İşler öyle şekillenmiyormuş. Bir kaç kişi ile vedalaştıktan sonra bazı duyguların ciddiye binip "Öyle yok öyle bedava kopmaklık ve oynamaklık yok öyle" demesi bana şu yazıyı yazdırıyor şu anda. Bir garip oldum efendim. Durup düşünüyorum ben bu hallere düşecek adam mıyıdm diye, sonradan bakıyorum ki tam da bu hale düşecek adammışım. Okul bitmedi belki de benim kafamda bir şeyler bitti artık. Enteresan, anlatması mümkünsüz şeyler bunlar. O yüzden de anlatmıyorum zaten.
Aslında tam da bitmedi gibi ama biten bazı şeyler bir daha yeniden başlamayacak. Bunun ayırdına varma hissi bir garip ediyor insanı. Okula gideceğim elbette, şu anda burada isim isim zikredemeyecek kadar çok tanıdık, bildik, sevdik insan var. Bir şeyler de farklı olacak muhakkak. Okula gitmekten alınan tat sona erdi mi? Evet. O tat artık olmayacak. AVM'de oturup çay içmenin, kampüs kafede defaatle langırt oynamanın veya yemekhanede yemek yemenin artık eski tadı olmayacak. Biz büyüdük ve kirlendi dünya. Artık bir tarafım hep eksik kalacak galiba. Kendi duygularımı böyle rezil rüsva bir yazı ile anlatıyor olmakta ayrı bir utanç vesilesi benim için.

Not: Sadece ve sadece yeterince duygusala bağlayıp bağlayamadığımı öğrenmek için bu yazıyı yayınlıyorum.

27 Mayıs 2011 Cuma

Yeni Bir Macera

Finallerimin büyük bir kısmının, altıda beşlik kısmının, ilk dört günde olması sonucu okulum bitti gibi bir şey oldu bir anda. Geç biten bitirmenin etkisi ile ilk defa finallerime günü gününe çalışmış oldum. Günü gününe derken, Mat IV hariç her finalime finalin olduğu gün çalıştım. Aslına bakarsanız şimdiye kadar ki en iyi final dönemimi geçirmiş bile olabilirim. Öncelikle Allahın izniyle hiç bir dersimden kalmıyorum. Sonrasında geçmş dört yılın finallerine baktığımızda yüksek bile bekliyorum bazı finallerden ki bu normalde olan bir şey değildi. Bakalım hayırlısı ile mezun oluyorum galiba. Bu da Uygar'a kapak olsun. O anlamıştır neyin ne olduğunu.

Bu yazıyı şu anda yeni bir başlangıçın eşiğinde yazıyorum. Ya da daha düzgün bir ifade ile yeni bir başvurunun eşiğinde yazıyorum. Şu anda İstanbul Üniversitesine yüksek lisans başvurusu yapabilmek için sıradayım. 573. numarayı bana verdiler. Sıra 300'lere yeni geliyor. Saat 5'e gelince kapıları kapatmazlar inşalah. "Tamam bu kadar, hadi geri kalanlarınız .... gidin" demezler diye umuyorum. Şu anda oldukça gerginim zaten daha da ortamı germenin bir anlamı yok Sosyal Bilimler Enstitüsü öğrenci işleri başkanı teyze. Neyse ben gideyim de sıra kaça gelmiş bir ona bakayım.





16 Mayıs 2011 Pazartesi

Bit(e)meyen Okul

Şimdi hepimiz evden okula, okuldan eve giden öğrencileriz. Bizim ne işimiz olur kutlama ile parti ile. Gel gör ki dedik nasıl olsa son ders ne yapsak mazur görürler. Gökhan arkadaşım almış iki tane konfeti, üç tane vuvuzela, iki tane de kar spreyi. Maksat eğlence olsun zaten gözümüz nerde akşam orada sabah dağıtmakta değil. Yapamadık. Mezun(inşallah) olmamızı çekemeyen dış mihrakların, şer ağlarını örmeleri sonucunda kutla(ya)madık son dersimizi. Bunu konfetileri "patlatan" arkdaşlara mal edebilirdik tabi ama başta da dediğim gibi öğrenci adamız nereden bilelim konfeti atmayı. Tabi şu da var, o konfetiler patlasaydı Gökhan bu kadar eğlenemeyebilirdik. Son dersimizin Sürekli Ortamlar Mekaniği olması ve Ali hocamızın renkli kişiliği ile son düdükten sonra "Notlarnız iyi değil, finale dikkatli çalışın" demesinin katkısı da yadsınamaz. Gerçi hoş benim dersim değildi ama Süreki Ortamlar Mekaniği almasakta, bir parçası hepimizin içine yer etmiştir bence. En azından ben de ve Evrim de bir yer ettiği kesin. Vay be son derse de girdik(inşallah) arkadaş. İyiymiş...

NOT: Amacım videou koymaktı zaten, yazıyı okumadan videoyu izleyin bence :=)

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra

Bu yazıyla birlikte bundan sonra okuduğum, okuyacağım kitaplarla ilgili yazılarımı bloguma yazmaya başlamış oluyorum. Hem kendim için not düşmüş olacağım, hem de belki bu yazıya denk gelenlerin okuma şevklerini bir parça olsun canlandırmış olurum. Ulvi bir göreve soyunmuş falan değilim her şey keyfim ve kahyası için...

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra Barış Bıçakçı'nın benim okuduğum ikinci kitabı. İlk önce Herkes Herkesle Dostmuş Gibi kitabını okumuştum. Onun hakkında yazacak daha çok şey var belki ama kitaba üç kere başlayıp bir kere bitirebildiğim için yazmayacağım. Tek söyleyebileceğim okuması zor bir kitap olduğu. Şimdi esas oğlan'a dönelim yani Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra'ya. Kitap tek bir hikaye aslında. Roman da diyebiliriz ama bizim bildiğimiz klasik roman kurgusu ile yazılmamış. Bizim(ya da benim) bildiğimiz roman kurgusu ne ola ki? Şudur: Bir konu vardır. Belli karakterler vardır ve zamana göre düzgün bir olay örgüsü içinde ilerler hikaye. Bol sayfalı olur bir de. Bu benim yorumum tabi. Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra'da olay örügü klasik anlayışa göre işlemiyor bir kere. Tek bir hikaye var ortada ama bu hikaye çeşitli başlıklara bölünmüş ve küçük küçük, ikişer, üçer sayfalık hikayecikler ile anlatılmış. Kahramanlar da belirli, orta yerde dahil olan, hikayeye giren çıkan yok. Anlatımı da farklı. İlginç yerlerde soyutlamalar falan yapmış yazar "Bu da nereden çıktı şimdi en heyecanlı yerde?" diyebiliyorsunuz. Ben okudum, okuduktan sonra hani böyle bol ekşili salata yersiniz de ağzınızda buruk bir tat kalır ya, öyle bir şeyler oldu bana da işte. Okuyacaklara okumak isteyenlere belirtilir.

Son Not: "Yolda karşıma iyi niyetli birisi çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlamayacakları şeyler anlattım, diyeceğim. Öyle olsun. "(Bıçakçı, 2008, s.56)

Refereans: BIÇAKÇI Barış, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, İletişim Yayınları, 2008, İstanbul

5 Mayıs 2011 Perşembe

Yazasım Var 1

Bugün çok yorucu geçen günlerimden biriydi benim için. Yine sabahtan akşama hiçbir şey yapmadım(Kütüphanede bir saat kadar bitirme çalıştım ama onu saymıyorum). Sabahtan akşama kadar hiçbir şey yapmayıp insan nasıl bu kadar yorulabiliyor? Hayır sabahtan akşama oradan oraya koşup tonla işi hallettikten sonra hala daha iş yapacak enerji bulduğum günlerin sırrı ne peki? Bu ne yaman tezat, bu ne yaman çelişkidir Uğur Bey? Hayır hiçbir şey yapmadıktan sonra akşam yorgun argın bir yere oturunca psikolojik olarak da çöküyor insan. Tamam biraz abartıyor olabilirim, psikolojik olarak çökmedim henüz ama şu anda evet tam şu anda bitirme yazması gereken ben ikicizgiarasinda yazi yaziyorum. Bitirme demişken, Bitirme Projesi (B.P.) büyük bir istikrar, azim ve kararlılıkla Beni Bitirme Projesi'ne(B.B.P.) dönüşüyor benden söylemesi. Şimdi Selman bu yazıyı okursa ıvır zıvır, liseli kız bikbiklemesine benzer bir yazı yazmışsın .... gibi olmuş diyecek. Klavyemden bu kadarı geliyor şimdilik ne yapalım. Sahi Selman nerede ki...

25 Nisan 2011 Pazartesi

Her Format İz Bırakır

Bu yazı benim bilgisayarım ile olan ilişkimi düzenlemeden hemen önce yazılmıştır ey okuyucu. Bundan sonra benim hayatım ikiye ayrılır: Formattan önce [B.F.], formattan sonra [A.F.]. Bilgisayar alırken abime zorla 4gb'lık ram aldırtmıştım, daha hızlı olur oyunlar kasmaz, bilgisayar programları kendisi çalıştırır falan bile demiş olabilirim hatırlamıyorum şu anda. Neyse efendim sonradan öğrendik ki 32bit Windows işletim sistemleri 4gb ram'i desteklemiyormuş. Olsun dedim 3.25gb'ta yeterliydi ama içimde bir ukde olarak kalmıştı 4gb ram olupta kullanamıyor oluşum. Gel zaman, git zaman öğrendik ki, 64bit işletim sistemleri destekliyormuş 4gb ram'i. Kalbim pırpır etti tabi. Yolda bana adres sormuş bir turiste, yol tarifini ingilizce yapmış kadar sevindim.  Hemen okuldan aldım 64bit işletim sistemini ve kurduk bilgisayara.(Yazının buradan sonraki kısmı A.F. döneminde yazılmıştır.)Sonuç tam bir fecaat. Uyumlu program bulmak çok sıkıntı oldu. Bir ay boyunca Windows Media Player ile film izlemek zorunda kaldım. Acılardan acı beğendim kendime. Allahtan oyunlar çalışıyordu da akıl sağlığımdan endişe etmedim çok fazla.  Neyse efendim dün akşam saatlerinde format atmak sureti ile bilgisayarımı kendi ellerimle teslim ettiğim bu musibetten, ömrüm boyunca kurtulduğumu zannediyorum. Gerçi A.F. durumunda modemi tekrar yükleyemedik (sadece modemi yükleyememiş olsak iyi :) o yüzden de bu yazıyı İnşaat Fakültesinin bilgisayar laboratuarında tamamlamak durumunda kaldım. Öyle böyle mutlu sona ulaştım heralde. Eve gidince toparlanacak, küllerinden yeniden doğurtulacak bir bilgisayar var. Gerçi en son abimle bilgisayarı internete bağlanır hale getirip öyle bırakmak gibi bir karara vardık ama belli olmaz tabi, insan çok sıkılınca Two Worlds II'de biraz dolaşmak, PES11'de iki gol atmak istiyor. Okul bitene kadar dayanabilirim heralde ya.

16 Nisan 2011 Cumartesi

FotoHubu 1

Yukarıda görmüş olduğunuz video benim 2011 Güz döneminde okulda Serhat Özşen hocamızdan aldığım SNT102 Fotoğraf dersinin final ödevi. Benim ilk "Stop Motion" videom olması hasebiyle burada teşhire hak kazandı. Nedir bu stop motion peki? Esas itibari ile pek çok fotoğrafı birleştirmek suretiyle video yapmak anlamına geliyor. Normal hızdaki bir videoda saniyede 24 kare oynarken, stop motion videolarda bu sayı düşürülerek hareketlere Dur-Kalk, Dur-Kalk efekti kazandırılıyor. Ayrıntılı bilgi için buraya da bakılabilir. Veysel Gençten'in çektiği İstanbul videosu 150.000 kareden oluşuyormuş mesela. Bir makinenin ortalama perde ömrünün 100.000 olduğu göz önüne alınırsa aslında akıl karı bir iş değil ama ortaya çıkan ürün de hoş oluyor değil hani. Benim videomun çok fazla bir numarası yok. Toplamda da 1100 kareden oluşturdum. Yarısı da jenerik nereden baksan ama videonun ben de derin izleri var tabi. 4,5  saat boyunca ayakta kalmanın ne demek olduğunu bilmezdim ben bu işi yapana kadar. Güneşe aldanıp eldivensiz çekim yapmanın ne demek olduğunu bilmezdim ama öğrendim hepsini. Bir final ödevinden çıkarılabilecek bütün dersleri çıkardım kendime. Bu da böyle bir anımdı işte...

Not: Çekimler sırasında beni yalnız bırakmayan Nazif Koca arkadaşıma teşekkürü boç bilirim.

7 Nisan 2011 Perşembe

İstanbul'a Dair Ne Varsa Pek Çoğu

Adamlar uğraşmış yapmış arkadaşlar. Üzerine çok fazla söz söylemeye gerek yok bence. Resmin orjinal kaynağı da burası. Sonra beni Copy-Right davaları ile uğraştırmasınlar. Vay ben duymadım, vay ben bilmiyordum demeyin.