5 Haziran 2015 Cuma

Ne ara!

Ben bu blog işlerinden ne ara soğudum, ne ara kendi kabuğuma çekildim bilmiyorum. Halbuki ne güzel yazıyormuşum bir aralar. Kim okuyor, ne okuyor, ben ne yazıyorum, kime yazıyorum derdim olmadan yazıyormuşum sadece. Belli ki bu sorulardan bir veya daha fazlasını kendime dert edinmişim. Şimdi bunca yıl sonra neden yazıyorum? Canım çok sıkıldı ondan yazıyorum. Bir ara ne güzel yazıyormuşum diye yazıyorum. Güzel yazıyormuşum derken, kendi yazdıklarımı estetik olarak beğenmenin "güzel"i değil bu güzel. Bu güzel "yazıyormuşum işte"nin güzeli. Zamanında yazmışım bir araların güzeli. "Akmıyorsa da damlıyormuş"un güzeli.
Ne oldu peki bu geçen zamanda? Yüksek lisansa başladım. Başladım da ne oldu? Başladığımla kaldım. Neden? Çünkü kalmak istemişim. Şimdilerde doktoraya başvurular falan var. Onlara da başvurdum ama daha ortada yüksek bir lisans yok. Peki ben bu yazıyı nerede yazıyorum? İSAM'da yazıyorum. Yani neymiş? Bir çaba varmış ortada. En azından bir şeyler yazıyorum. Tez yazayım dedim 3 sene oldu. Demesem kim bilir ne olacaktı :'(. Demesem de 3 sene geçecekti muhtemelen. Kötü espriler yapıyorum uzun zamandır.
Ne ara dedik ya. Ne ara bu kadar zaman geçti hiç onu da bilmiyorum. Neden Times'la yazıyorum. Tez yazıyorum dedim ya. Demedim mi? Hay Allah beni bildiğim gibi yapsın.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Hayaldi, Gerçek Oldu

Bu yazı bir hayalin nasıl gerçekleştirildiğini konu edinmektedir. O yüzden “Hayalle ne işim olur benim, 10 numara realistim abicim” gibi bir cümle kuruyorsanız Amerikalıların bir deyimi var ya, onu bilin.  Hikâyedeki karakterlerin hepsi gerçektir.

Küçüktüm ufacıcıktım ve benim bir üç tekerlekli bisikletim vardı arkadaşlar. Evin içinde oraya buraya çarpa çarpa kullanırdım ben o şeytan icadını. Sonraları kabıma sığamaz oldum. Evim bana dar geldi. Tabi bisiklete de sığamaz oldum haliyle. Daha büyük bir bisiklet lazımdı. Abimin BMX marka(sonradan bunun aslında bir bisiklet türü olduğunu öğreniyoruz) bir bisikleti vardı. Boyu boyuma, huyu huyuma bir bisikletti Allah için. Ben ona bir Ali Ercengiz oyunu ile sahip oldum. Gerçi sonradan anlaşıldı ki aslında kendimin yürüttüğünü sandığım operasyon, büyük kardeşten küçük kardeşe artık büyüğe ufak gelen eşyaların devir tesliminin bir parçasıymış. Abime bir İhlas-Bisan MT Cat alındı. Zamanının gözde bisikletidir hor görmeyin garibi. Ben mutluydum yine de. Gerçi çok fazla bisiklet sürme imkânım da olmadı. Hafta sonu anneanneme gittiğimiz zamanlarda sürebiliyordum sadece. Küçükken yeterince ekmek yemediğim için bisikleti kendim kaldırıp indiremiyordum zaten o da cabası. 

Günlerden bir gün abimle ve birkaç arkadaşı ile bisiklet sürmeye çıktık. Yaş 12, En hızlı zamanlarım. Neyse efendim Sultanahmet meydanında sürüyoruz bisikletimizi. Öyle böyle derken bir viraj alalım dedik, hop lastik ayrıldı gitti yerinden. Abim ve arkadaşlarım bastılar gittiler tabi. Öyle bir yırtılmış ki meret bir de ön teker dönmüyor. Tee meydandan mahalleye ön teker havada taşıdım bisikleti. Sonra bizim ailenin bir geleneği olarak elzem olmayıp da bozulan eşyaların kaderini paylaştı bisikletim. Yaş 25, hala o gün getirip çatıda koyduğumuz yerde aynı şekilde duruyor bisiklet :=) Tabi bu hikâye burada bitmedi. Fiili olarak bitmiş gibi görünse de aslında kafamın içerisinde sürekli bir köşede bisiklete, bisiklet sürmeye duyulan iştiyak devam etti.

Gel zaman git zaman artık az buçuk ekonomi sahibi olup parayı nerelere savuracağımıza karar verir hale geldiğimizde dedim ki kendime: “Selman bak eşek kadar adam oldun şimdi bisiklet sürmeyeceksin de sonra çocuklarının bisikletlerine mi dadanacaksın? Tamam o da olur ama yine de sen bir bisiklet almayı düşün.” Ben bu minval üzere düşündüm ama o sene(2011),üniversite daha yeni bitmiş, yüksek lisans başvuruları yapıyorum, ramazan yaza denk gelmiş sanki kırk ayın çarşambası bir araya toplanmış. Bu kadar etkenin baskısını üzerimde hissettiğim yetmez gibi bir de annemin “Evde yer yok nereye koyacaksın bisikleti sen?” demesi beni daha derin düşünmeye sevk etti. Harbiden de evde yer yok(tu). Neyse efendim yüksek lisansa başladık. İlk dönemi bitirdik. İkinci döneme başladık. Aylardan Şubat. Nazif dedi ki: “Bisiklet almak lazım Selman”. Haklıydık. Gençtik ve kanımız kaynıyordu. Acil bir eylem planı ile para biriktirmeye başladık. Çok beklememiz gerekmedi Allahtan. İki ay gibi bir sürede gereken parayı ikimizde toparladık. O iki ay süresince birkaç soru vardı aklımızda: Nasıl bir bisiklet? Hangi marka? Hangi tür? Neticede dağa çıkacak halimiz yoktu. İkimizde şehir içerinde ve ulaşım amaçlı kullanacaktık. Tabi bu sorular ve cevapları madalyonun bir yüzüydü. Madalyonun diğer yüzünde aile baskısı, mahalle baskısı her türlü baskı vardı.

11.04.2012 tarihinde Nazif arkadaşımla birlikte gidip Sirkeci’den Efor Bisiklet San. Tic. Ltd. Şti. firmasında Kron marka XC250 model bisikletlerimizi aldık. Aslında benim gönlümde Whistle 1064D vardı, ancak bir takım ekonomik değişkenler sebebiyle kısmet olmadı(o kadar param yoktu). Çok şükür şimdiye kadar pişman olmadım, gerek bisikletten ötürü, gerekse de bisiklet aldığımdan ötürü. En zor kısmı muhtemelen hafta içi Üsküdar’da hafta sonu Fatih’te kalıyor olmamdan mütevellit her hafta İstanbul’un iki tepesine tırmanıyor olmak ve tam bir kaos olan İstanbul trafiğinde bisiklet kullanmak. Yokuş çıkmak bisikleti aldığım ilk gün hariç bir daha zor olmadı. Trafik ve bisikleti seçiş süreci ise başlı başına bir yazıyı hak ediyor. 

Sonuç vermeyen aile baskısının sebebi neydi peki? Temelde herhangi dişe dokunur bir sebebe bağlı olmayan ve tamamıyla çocuklarını her türlü tehlikelerden koruma içgüdüsüne veya “Anne-Baba olunca sende anlayacaksın” tabusuna dayanan bir karşı çıkmadır bu. Hayatımızın pek çok safhasında karşımıza çıka bu tabuyu kırmak bazılarımız için pek kolay olmuyor tabi. Benim hala bunu kıramamış arkadaşım var, anne-baba olduk artık kırın yahu. Şu benim bir saptamamdır ki, kimse annesinin/babasının kızı/oğlu olmuyor. Şüphesiz ki genlerimiz bazı karaktersel özelliklerimiz, fiziki görünüşümüzün büyük bir kısmı onlardan geliyor. Fakat her birey milyon tane etkenin neticesinde farklılaşıyor. O yüzden anne-baba olunca biz de anlayacağım evet ancak bu anladığımız kesinlikle annemizin, babamızın anladığı şey olmayacak. Neyse bunun farkında olarak bisiklet almak isteğimin peşini bırakmadım tabi anlattığım üzere.

Aldım bisikleti dayandım evin kapısına. Önce mali yaptırımda bulunmaya çalıştılar. Sonra sırasıyla annem, abim ve anneannemin sözlü tacizlerine mazur kaldım. “Akıl mı yok hiç sende?”, “Nerede kullanacaksın onu?”, “Evde koyacak yer yok!”, “Git kaza yap aklın başına gelsin”, “İki gün sonra kullanmayı bırakacaksın sonra ne yapacaksın onu?”. Bu soruların hepsine güzel cevaplarımı verdim tabi ki. Sonra çektim la havlemi kullandım bisikletimi. İlk haftadan sonra zamanla itirazların şiddeti azaldı, şu anda yani bisikleti aldıktan üç ay sonra, yapılacak ilk ciddi kazadan sonra konuşmak üzere sustular. Ben bu süre zarfında hemen hemen her yere bisikletle gitmeye başladım. Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki bisiklet ayrı bir dünya. İçine girmeden onu hayatınızın bir parçası yapmadan ne demek istediğimi anlamanız zor(ver gazı). “Eee ben küçükken çok pis kullanırdım, taa nerelere giderdim” diyenlere “Bi ...... git çay koy o zaman” diyorum buradan. Şu anda ne yapıyorsun bisiklet için? Çıkar tozunu al, çocuğun bindir, eşinle bisiklet al. Hayatına iki gram egzersiz, oksijen sok. Çek arabanı trafikten. Hem havaya hem kendine bir faydan olsun. Neyse va’z-u nasihat zamanı değil.

Ben direndim kazandım arkadaş. Kendim için faydalı olanı seçtim. Pişman değilim, üzgün hiç değilim. Hayaller gerçek olsun, mümkünse.  

1 Şubat 2012 Çarşamba

Sonluk

Yazmadım arkadaş, bilerek ve isteyerek. "Finallerim vardı" bahanesinin arkasına sığınmak istedim ama gerçeğin bu olmadığını bile bile kimi kandırmaya çalışıyorum ki. İnternette yazmak, kağıt üzerine yazmak ile aynı hissiyatı uyandırmıyor ki. Aslında bu da çok doğru değil. Kağıda da yazmıyorum çünkü. Zannedersem ben yazı yazmayı değil, yazı yazdığımın hayalini kurmayı seviyorum. Kaç tane defter aldığımı ben hatırlamıyorum artık. Buna güzel yazı yazılır diyerekten kaç defteri örümceklere mahkum ettiğimi bilmiyorum. Problem değil artık. Koyverdim gitti. Tek söyleyebileceğim, bunu öğrenmek için bu denemeye değdi.

Bir şarkı ile bitirelim.

7 Ocak 2012 Cumartesi

Yarım Fazlası

Hayat yarım fazlası tavuk dönere benziyor benim için. Daha saçma bir analoji kuramazdım ama bir haftada 3-4 kere tavuk döner yiyen bir insandan başka türlü bir şey çıkmazdı zaten. Neyse anlatalım nasıl bir benzeşim yakaladığımı. Yarım fazlası tavuk döneri elinize alıyorsunuz ve başlıyorsunuz bir ucundan yemeye. İlk ısırıklarınızda ne döner geliyor ağzına ne patates, duruma göre, ne de salata. Geliyorsa da tatmin edici miktarda değil. Böyle yavan, kuru ekmek yer gibi oluyorsunuz. Bebeklik ve çocukluk döneminin bundan çok farklı bir tat bıraktığını düşünmüyorum. Sonra ikinci tip ısırıklar geliyor. İçinde malzemesi var, eti, salatası, patatesi. Hepsinden belirli oranlarda var. O yudumda eksik olan bir şeyler var ama. Tam olmamış. Sanki hayatınızın gençlik dönemi gibi. Sonra orta kısımda yer alan malzemesi bol, yüzünüzde aradığınızı bulmuş ifadesi uyandıran ısırıklar var. Çok fazla yok onlardan. Her dönerde iki ya da üç tane vardır. Belki biraz daha fazla. Olgunluk dönemi eserlerimize benzetirim bunları. Evliliğimizdir, doktoramızdır, çocuklarımızdır, müdür olmamızdır belki de. Kıymetini en çok bilmemiz gereken yudumlardır muhtemelen. Buna müteakip dönerinizin son yudumlarına gelirsiniz. Yine malzeme azalmıştır, döner yavanlaşmaya başlamıştır. Başından beri tavuktan süzülen ve en sona biriken dönerin yağı, suyu karşılar sizi son yudumlarda. İşte yaşlılık günlerinizdeki birikimlerinizdir bunlar. Dönerciden çıkan analojide bu kadar oluyor işte. 

NOT: Döner demişken, Üsküdar'a yolu düşen olursa Bağlarbaşı'da Nuh Kuyusu Caddesi ile Cumhuriyet caddesinin kesiştiği köşede Palmiye Döner var. Size belki aynı şeyleri hissettirmez ama döneri güzel :)

16 Aralık 2011 Cuma

Kaymağı Başkasının Yemesi

Bu sabah uykudan uyanır uyanmaz haberleri açtım nedense. Sabah dediysem o kadar da sabah değildi. Öğlen haberlerine denk geldim. İlk haber Dünya Sağlık Örgütü'nün(WHO) raporundan bahsediyordu. Afrika'da yedi milyon insanın açlık sebebi ile ölüm ile yüzleştiğinden dem vuruyordu. Bu bilinen bir gerçek uzun yıllardır zaten. Yüzyıllar boyunca sömürülmüş bir kıtadan başka bir şekilde hayatını devam ettirmesinin beklenmesi abesle iştigal olur. Hemen bir sonraki haberde ise karbonhidrat diyetine girmiş Norveçli'lerin tereyağlı yiyeceklere hücum ettiklerinden ve Norveç'te tereyağı stoklarının bitmesi üzerine hükümetin tereyağı ihracatının önünü açtığını anlattı bir güzel. Tereyağın kilosu 50$ olmuş hatta. Bir an "Adaletin bu mu dünya?" dedirtti bana bu iki haber. Bir tarafta ölmemek için direnenler, diğer tarafta "diyet yapmak" için tereyağı bulamayanlar. Diyet yapmak için tereyağı aramaları ayrı bir konu tabi. 

Akşam üzeri de bir  haber sitesinde(Timeturkşöyle bir haberle karşılaştım. Habere bakmaya üşenenler için özetleyeyim. Forbes dergisi dünyanın en mutlu ve en mutsuz ülkeleri listelerini yayınlamış. Her iki listenin de ilk onları şu şekilde:

Listeye göre en mutlu on ülke şöyle sıralanıyor:

1) Norveç
2) Danimarka
3) Avustralya
4) Yeni Zelanda
5) İsveç
6) Kanada
7) Finlandiya
8) İsviçre
9) Hollanda
10) Amerika

Dünyanın en mutsuz ülkeleri:

1) Orta Afrika Cumhuriyeti
2) Zimbabve
3) Etiyopya
4) Pakistan
5) Yemen
6) Sudan
7) Nijerya
8) Mozambik
9) Kenya
10) Zambiya

Bir tarafına sürmek için yağ bulamayan Norveçliler dünyanın mutluları sıralamasında en başı çekerken, en mutsuzlar sıralamasında ilk onda, dokuz tane Afrika ülkesi yer almakta. Yüzyıllarca sömürdünüz, resmen Afrikalı insanların, ülkelerin üzerine inşa ettiniz medeniyetinizi. Şimdi bir zahmet gelip pisliğinizi temizleyin, iadeyi itibar yapın. Gerçi iade edecek itibar da kalmamıştır sizde. Gel de küfür etmeden bir gün geçir. bu yazıyı çok farklı düşünmüştüm ama burada bırakmam gerekiyor.

*Düşüncelerim çok naif, iptidai ve çocuksu gelebilir değerli okuyan. Fakat kimse benden İnsan Haklarına, Özgür Düşünceye, Uluslararası Hukuka inanmamı ve değer vermemi beklemesin.
** Evet kızdım

7 Aralık 2011 Çarşamba

Nasıl da Kandırdım Kuşları?

Saat olmuş 12. Kafada milyon tane şey. Eski İstanbul Adalet Sarayının önünden geçiyorum. Siz de bilirsiniz. televizyonda görmüşsünüzdür illaki. Çağlayana taşındı şimdi. Avrupa'nın en büyük adalet sarayı oldu. Yaptığımız en büyük işlerin hep inşaat olması da ayrı bir mevzu tabi. Neyse, önünden geçiyorum metruk sarayın, bir baktım güvenlik görevlisi var kapıda. Dışarıda sigara içiyor abicim. Diyorum ki kendi kendime "Neyi bekliyorsun acaba abi? Devlet boş binayı beklemeye neden adam dikiyor? Vur kapısına kilit kalsın öyle işte. Sonra kime vereceksen ver binayı." Sormaya karar veriyorum abiye neyi beklediğini. Tam kulaklığımı çıkartıp soracağım. O benden önce davranıyor kendisi. ".........." diyor. Kulaklığımı çıkartıp "Efendim?" demek durumunda kalıyorum tabi. "Nasıl da kandırdım kuşları?" diyor. Bir anlam veremiyorum ve gülüp yoluma devam ediyorum. Sonra fark ediyorum ki etrafta bir bahar havası varmışcasına kuşlar şakıyor. Bülbül mü desem yalı çapkını mı desem bilemiyorum, görünmüyorlar zaten karanlıktan ama hallerinden mutlu oldukları aşikar. Abiye dönüp bakıyorum tekrardan, elindeki cep telefonundan kuş sesi açmış kuşları gaza getiriyor. Ve o anda anlıyorum devletimizin boş binaya neden güvenli görevlisi koyma ihtiyacı hissettiğini. İşte böyle, hayat bazen sürprizlerle dolu olabiliyor.

25 Kasım 2011 Cuma

Beni Durakta Bırakan ...'e

Gecenin bir yarısı beni Eminönü'de tam şu noktadaki otobüs durağından almadan geçen ..., hayatta hiç kimseye etmediğim kadar içten ve samimi bir şekilde sana küfür ettim. Sanki hergün hem Eminönü'de hem de o durakta durmuyormuş gibi, hiç gaz kesmeden ve orada durak olduğundan haberi yokmuşcasına geçen ..., küfür etmek suretiyle hakkını aldım ve helallik dilemem gerekiyor senden ama şunu bil ki o gün gelip de hesaplar ortaya döküldüğünde beni soğukta bekletmenin hesabını ben de senden sorduracağım. El sallamış olmama rağmen duraktan çıkıp yolun yarısına kadar koşmuş olmama rağmen, "Bir önceki durakta yolcularımı indirdim, bu durakta bekleyen de bir sonraki otobüse binsin ne olacak diyerek" geçip gittin ya ...sün işte sadece bu yüzden hem de. Normal bir zaman olsa, düşünceli olmasam, kızgın olmasam umursamazdım seni. Küfüre de etmezdim. Saat 22.32 de Ahi Ahmet Çelebi Camii'nin önündeki Eminönü durağından geçen 28 numaralı otobüsün şoförü: Gözlerim görseydi birazcık daha plakanı alıp şikayetimi yapacaktım. Fakat bu hesap burada kapanmadı. Bu böyle biline ...!

15 Kasım 2011 Salı

Küvetteki Örümcekle Tanrı ve Kötülük Üzerine

Senin ne işin vardı küvette ben onu bilmiyorum sevgili örümcek ama üzerine su sıkıp ölümüne sebebiyet vermek istemedim. Bacağından tutup, bacağının kırılmasına sebep olmak da istemedim. Neticede sen de bu dünya üzerinde yaşıyordun ve en az benim kadar hayatta kalmaya hakkın vardı. Hala da var. Üstelik nemli duvarlara tırmanarak bulunduğun ortamı terk etme isteğin had safhadaydı. Bir örümcek azimli olmaya görsün. Belki geçiyordun uğradın ben onu bilemem. Belki de ağ kurup, avlar düşürecek bir köşe arıyordun kendine onu da bilemem. Beni çok düşünceli bir halde yakaladığın kesindi. Tanrı ve kötülük problemi üzerine düşünüyordum. Her zaman böyle şeyler düşünmüyorum tabi ki. Bugün sınavını olduğum Din Felsefesi I dersindeki konu başlıklarından biriydi sadece üzerine düşündüğüm konu. Seninle karşılaştığımız o anda şüphesiz ki güçlü olan bendim. Mentos reklamında oynamadığın sürece de galip belliydi. Dediğim gibi bir kaşık suya bakardı. Peki gerçekten hayat alacak kadar kötülük icra etmek bu kadar kolay mıydı? Hedefi 12'den vurmuş muydu Mackie, tanrı gerçekten varolsaydı bu kadar kötülüğe izin verir miydi diye sorarken. Salt iyi bir varlık bütün bu dünya üzerinde cereyan eden kötülükleri engelleyemez miydi? Netice de kadir-i mutlak bir varlıktı.  Mantıksal olarak kötülüklerin engellenebilir olması, bunun tam hakim bir varlığın hakimiyetine gölge düşürüp düşürmediği ayrı bir konu. Yapabilir miydi ayrı bir konu.
Benim fikrim ne mi dostum? Bence yapmazdı. Nitekim yapmıyor da. Her gün binlerce suç işleniyor, haklar gasp ediliyor, canlar alınıyor, değerler istatistiklere dönüşüyor. Yaratıcı bir baba misali sürekli hep iyiye mi yönlendirecek zannediyorlar anlamıyorum ki. Bir gün ilahi bir şekilde kötülüklerin kendiliğinden sona ereceğini mi bekliyorlar yoksa? Herkese bir tane saksı boşuna konmadı, içi boşta koyulmadı heralde. Neden dünyada kötülük var ve bunun kaynağı ne üzerine biraz kafa yorulsa... Ya da herkes kendi kapısının önünü temizlese bütün sokaklar tertemiz olurdu değil mi? Olmazdı. Birisinin iki kapı arasında kime ait olduğu belli olmayan yerleri temizlemesi gerekiyor. Kim? Bu saate kalınca böyle yazının nereye gittiği de belli olmuyor tabi. Neyse örümcekle ayrı yollara gittik. Bana düşündürdükleri için müteşekkirim. Felsefi yazalım dedik duygusal yazdık yine iyi mi!

3 Kasım 2011 Perşembe

Dünyanın En Endişeli Adamı

Dünyanın en endişeli adamı hiç şüphesiz ki Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri koltuğunda oturan insandır. Şu anda koltukta Ban Ki Moon oturuyor. Endişeli olmak için sadece koltukta oturması yetiyor aslında. Sanki endişe makam ile birlikte geliyormuş gibi dünya genelinde gerçekleşen her türlü doğal afet, terör saldırısı, iç savaş bilumum aklınıza kötü olarak gelen ne varsa endişe ile karşılanıyor. Her türlü derken kayda değer olarak görülenler tabi. "Somalide ki kıtlıkla ilgili gelişmeleri endişe ile takip ediyorum.", "İsrail'in UNESCO'nun Filistin kararı üzerine açıkladığı eylem paketinin, başlama ihtimali olan barış görüşmelerini baltalamasından derin endişe duyuyorum." Kusura bakma ama bsg. Endişe duymak ne demek lan? Hiçbir yaraya işemeyen, kavga bittikten sonra meydana inip "Bu çocuğa kim yamuk yaparsa karşısında beni bulur!" diyen bir kurumun en tepesindeki adamsın sen ya. Fakat o da haklı tabi. Dış güçler onu da pençelerine almışlar, çalıştığı kurumuda. Peki bu kadar çepeçevre sarılmış sarmalanmış olmasaydı endişenin ötesine geçecek miydi? Pek mümkün görmüyorum. Ne mi demeye çalışıyorum? Damdan düşenin Nasrettin Hocadan başka dostu yok!